İnsan davranışlarının temelindeki nedenlerden biri de ihtiyaçlar. Biyolojik, psikolojik, ekonomik, ruhsal ihtiyaçların karşılanması… Bu ihtiyaçları karşılama isteği, insanın duygu ve davranışlarına farklı şekillerde yansıyor. Konuşmalarına, iletişimine, yaşantısına yansıyor. Birinin söylediği sözü veya gördüğü şeyi bir kamera kaydını çözümler gibi anlatmak bir gözlemdir. Gözlem, olanı olduğu gibi anlatmaktan ibaret olduğu için bu anlatım, ahlakî bir yargı içermiyor. Yorum içermiyor. Neden-sonuç çıkarımı yapmıyor. Niyet sorgulaması yapmıyor. Bu anlatıma yorumun eklenmesi ise süreci bambaşka bir noktaya taşıyor. Söylenene veya gözlenene yorumun eşlik etmesi, kalıplar ve yargılar üzerinden bir anlatım demek oluyor ki bu da bizi objektiflikten uzaklaştırıyor. Yorumlama, niyet okumalara ve ahlakî yargılara (iyi-kötü vb.) kadar uzanıyor. Bu yargılama bizim “doğru”muz üzerinden yapıldığından, başkalarının doğruları, duyguları ve insanî durumları dikkate alınmıyor. Öyle ki bu yorumlamalar (aslında dedikodular) sadece olanı açıklama çabasıyla sınırlı kalmıyor, kişinin kendi duygu ve düşüncelerinin başkalarına yöneltmesine neden oluyor. Kişi farkında olmadan kendi duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını başkalarına yansıtmaya, kendinde olanı onlarda görmeye başlıyor. Bu sakat düşünce bir süre sonra “kuyruğunu yiyen yılan” döngüsüne dönüşüyor. Yorumladıkça, yargıladıkça, niyet okudukça psikolojik olarak rahatlayan (çünkü bir bakıma kendini anlatan) kişi; içinde olan yetersizliğin, mutsuzluğun, huzursuzluğun, acının, nefretin, kızgınlığın sebebini başkalarında görmeye başlıyor. İnsanın kendi “doğru”ları üzerinden şekillenen bu yorum ve yargılar, ilerleyen aşamada kişide haksızlığa uğradığı düşüncesini, akabinde ise öteki/düşman düşüncesini körüklüyor. Bu girdaba giren kişi, hiç ilgisi olmasa da gördüğü/duyduğu her şeyi kişiselleştirmeye, üzerine almaya başlıyor. Alınıyor, kırılıyor, kin ve nefret beslemeye başlıyor. Kızıyor, bağırıyor, azarlıyor. Küsüyor, kapıları kapatıyor. Kendisi için tehdit olarak gördüğü kimseleri düşman belliyor. Muhatabın cümleleri “Sen zaten…” ile başlayan cümleler ile kesiliyor. Dinlemiyor çünkü anlamak istemiyor. Doğruları öğrenmek istemiyor çünkü onda kesin bilgiye dönüşen şüphelerle hareket ediyor. Bütün bunlar aslına anlık/dönemsel duygu ve durumlar. Bir saat, bir hafta, bir ay, bir yıl… Çünkü gerçeklerin gün yüzüne çıkma gibi bir özelliği var. Eninde sonunda gözlemin/gerçeğin değil, kişisel olandan hareketle yorum katılıp köpürtülen ve bir sorun olarak orta yere atılan meselenin, etiketlemelerin, yargılamaların hiç de makul/gerçek olmadığı ortaya çıkıyor. Olan oldu, söylenenler söylendi ancak gerçekler ona yanıldığını söylüyor. O ne yapabilir? Böyle bir durumda insanın önünde iki seçenek var. Birincisi, hatadan dönüp özrünü cesaretle ifade ederek iletişimi yeniden başlatmak ve ortaklığı yeniden kurmak… İkincisi ise kaçmak… Bu cesareti gösterememek ve yaşadığı utancın etkisiyle kendisini eleştirmek… Sınırlı/zorunlu iletişime kapı açmakla birlikte dönüp kendini yargılamaya başlamak… Bu ikinci seçenek ise birçoğu için bir küsme-bir barışma şeklinde hayat boyu devam ediyor. Sosyal veya kurumsal yaşamda sürekli birilerine küsüp başkaları ile yakınlaşan insanların, bu zihinsel ve psikolojik özelliklere sahip insanlar olduğu görülecektir. Peki, çözüm ne? Öncelikle meseleleri kişiselleştirmemek gerekiyor. Gördüğümüz veya duyduğumuz şeyleri muhatabın hissettikleri ve ihtiyaçları üzerinden yorumlamak gerekiyor. Olup bitenleri, kendimiz için bir tehdit olarak değil, o insanların ihtiyaçlarını karşılama isteği/çabası olarak görmek gerekiyor. Örneğin; toplantıya yetişmek için hızlı yürüyen birinin, lobide oturan kişiyi fark etmemesi ve selam vermeden geçmesi… Bu durumu “görmezden gelinmek” olarak yorumlamak yerine “Acelesi olduğu için galiba fark etmedi.” şeklinde yorumlamak gibi… İkincisi, olup biteni anlamaya çalışmak, yorum katmadan açıklamak gerekiyor. Başkalarının niyeti/yaptığı ile kendi duygularımızı karıştırmamak gerekiyor. Hissettiklerimizden başkalarını sorumlu tutmadan, insanları ve yaptıklarını yargılamadan empati yapabilmek gerekiyor. Şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekiyor: Olumsuz duygularımızın kaynağında, çoğu zaman başkalarının eylemi/söylemi değil, kendi eksiğimiz yer alıyor. Bu eksiklik ise yorumlama, yargılama, yansıtma, öfke ve nefret olarak kendini gösteriyor. Öfke ve suçlamanın ardında çoğu zaman karşılanamayan ihtiyaçlar yer alıyor. Özetle; dışa bakan yönüyle duygularımızı, sorumluluğu başkalarına yüklemek yerine onların hissettiğine ve ihtiyaçlarına bağlayarak ifade etmek, içe bakan yönüyle de kendi eksikliklerimizin farkında olmak gerekiyor. Bu hem başkalarını anlamak hem de olumsuz duygularımızın baskısından kurtulmak açısından son derece önemli. 25.09. 2024